Hayy ya da Karşıya Bakmak
Anlatmak
esas meseledir.
Külliyatın
kendi varlığı hiçbir şeye
kadir olmayıp, onu telaffuz ve teşekkül edebilecek dile ihtiyaç duyar.
O dil
ki;
Mevcudiyeti
naklin ve tekrarın ötesinde,
İnşanın sır ve hikmetinde tezahür
edebilmelidir.
Anlatmak
ya da anlatamamak, işte asıl mesele!
O dil,
Kendini
hükümler ya da şekiller
olarak yansıtan tüm görünüşleri yeni(derin)leştirir.
Böylece,
dilin gücü,
Dert
olanın düşünce değil,
Endişe olduğu kanaatine ulaştırır insanı.
Pozisyondur
endişe,
Muhkem
tutulmalı ve korunmalı,
Ve ,
tabii ki, korkulmalı…
Ama,
ya düşünce!
Potansiyeldir
o,
Kendi
içinde yücelmeye ve esrikleşmeye
devam eder…
Tekevvünî yaklaşımdır bu!
Sürekli
‘ben’ izi peşinde en
derindeki ‘ben’i bulmak
Şekiller,
kurallar, niyetler ve dizilişler,
Halden
hale geçer!
Pozisyonel
okunuş ve temas anlamını yitirir:
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah
anlıyorum;
Ben de bir
vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman
hendeseden âbide zannettimdi;
Şimdi karşısında olduğumuz, karşı olduğumuz değildir,
Nazar edişimiz,
Ululaşmiştır, dilin açtığı imkânlarla!
Yoksa,
Mükâlemesiz kalır, yitirirsiniz her şeyi.
Karıncaya ulu nazarla bakan insanın değerler manzumesini
Anlatmak ya da anlatamamak!
İki mâbedin birbirine nezaket ve nefasetle
sokulmasının anlamlı işaretlerini,
Ol şâra varıp,
Boyun bükmeyi ve tevâzuyu;
Anlatmak ya da anlatamamak!
Sesin yanına biz nefesi koyduk,
Öfke ne ola ki!
Eğer, hâlâ anlatamıyorsak:
Eksiklik
kendi özümde
Darına durmaya geldim
Eksiklik kendi özümde
Darına durmaya geldim